✮✮
Nobel
Ödüllü ve İtalya’nın Sait Faik’i olarak bilinen Luigi Pirandello’nun 15 öyküsünün
yer aldığı eserdir. Genellikle çaresizlik içindeki insanların hayata tutunma
çabalarını ya da vazgeçişlerini konu almıştır.
"Kitap okuru ölene kadar binlerce farklı hayat yaşar. Hiç kitap okumayan biri ise sadece tek bir hayat yaşar."
Nobel
Ödüllü ve İtalya’nın Sait Faik’i olarak bilinen Luigi Pirandello’nun 15 öyküsünün
yer aldığı eserdir. Genellikle çaresizlik içindeki insanların hayata tutunma
çabalarını ya da vazgeçişlerini konu almıştır.
Pietro,
Milano’da ailesiyle yaşayan yalnız bir çocuktur. Annesi banliyöde bir sağlık
merkezinde çalışmakta, melankolik bir adam olan babası ise bir fabrikada
kimyagerlik yapmaktadır. Yıllar geçtikçe birbirinden uzaklaşan çiftin en önemli
tutkusu ise İtalya’nın dağlarıdır. Ailelerinin temeli bir dağda atılmış,
trajedide bile onları dağlar bir arada tutmuştur. Yaz tatilleri için Pembe
Dağ’ın eteklerindeki Grana köyünü keşfettiklerindeyse, oğulları Pietro için
doğru yeri bulduklarını düşünürler. Burada Pietro’yu kendi yaşlarında ama onun
gibi tatil yapmak yerine sığır güden sarışın bir çocuk, Bruno beklemektedir. Dağ çayırlarını keşfe çıktıkları, terk edilmiş
kulübeleri, viraneleri, eski değirmenleri merakla inceledikleri yazlar boyunca
iki çocuk gitgide büyürken, tüm farklılıklarına rağmen dost olmanın anlamını da
öğrenirler. Ayrıca Pietro bu yıllar boyunca babasının peşinden dağ
patikalarında uzun yürüyüşler de yapar. Babasıyla olan ilişkilerinin temel
izleğini de hem ilkgençlik çağında hem de huysuz kimyagerin ölümünden sonraki
yetişkinlik çağında yine bu dağ patikaları oluşturur. Çocukluk, yetişkinlik,
dostluk, insanın dünyadaki yerini bulması, baba-oğul ilişkileri gibi evrensel
temaları lirik bir dille işleyen roman, sakin ama derin anlatıları sevenler
için müthiş bir okuma deneyimi sunuyor.
Orhan, Boğaziçi’nde özel bir okulda öğretmenlik yapmaktadır. Bir gün fakir bir öğrenci olan Tahsin, kendisine “eşek Türk” diyen Cemil’e taş atarak onu yanağından derince yaralar. Orhan çocuğun tedavisini yaptırdıktan sonra onu evine götürür. Cemil yalıda oturan zengin bir ailenin çocuğudur. Kendileri Türk oldukları halde Türkleri aşağılayan sözler söylemesi Orhan’ı şaşırtmıştır. Yalıda Cemil’in annesi Samiye Hanım ve kuzeni Vedia ile tanışır. Vedia batılı eğitim almış oldukça güzel bir kızdır. Mütareke yıllarında Samiye Hanım’ın yalıda sık sık yabancı milletlerin insanlarını davet ettiği toplantılar düzenlemesi ve hatta onlara iltifat etmek için yalıya Fransız bayrağı asması çevrede yaşayanların tepkisine sebep olmuştur. Orhan ise okulda Tahsin’i savunduğu için işinden ayrılmak zorunda kalır ve çok zor günler geçirir. Birkaç kez Vedia ile görüşürler. Orhan, Vedia’dan çok etkilendiği halde onun duygularından emin olamaz. Vedia ne istediğini tam anlamıyla bilememekte, gözüne hitap eden Rüştü ve ruhuna hitap eden Orhan arasında istikrarsız zamanlar geçirmektedir.
"Doğu'ya yolculuk ediyorduk, ama Ortaçağ'a, ya da Altın Çağ'a da yolculuk ediyorduk. İtalya'dan, İsviçre'den geçiyorduk, ama bazen de geceyi onuncu yüzyılda geçiriyor, atalarımıza, ya da perilere konuk oluyorduk. Tek başına kaldığım zamanlarda kendi geçmişimden mekanlarla ve insanlarla sık sık karşılaştım, eski nişanlımla Ren'in yukarılarındaki orman kenarında dolaştım. Sonra herhangi bir vadide grubuma yeniden katıldığımda, Cemiyet şarkılarını dinleyip liderler çadırının karşısına kamp kurduğumda anlıyordum ki çocukluğuma yaptığım gezinti, ya da Sanço'yla at binmem de bu yolculuğun bir parçasıydı; çünkü bizim tek hedefimiz Doğu'ya varmak değildi, daha doğrusu bizim Doğu'muz salt bir ülke, ya da coğrafi bir yer değil, ruhun yurdu ve gençliğiyle, hem her yerdi hem de hiçbir yer, tüm zamanların yekvücut olmasıydı." Hermann Hesse'ın, ilk gençlik yıllarından beri hayranı olduğu Doğu ve Doğu felsefesi, mistisizmi ve hayat görüşü, onun pek çok kitabının temelini oluşturmuştur. "Doğu Yolculuğu" yalnızca, Hermann Hesse'in değil, Alman dilinin de en güzel, en şiirsel anlatılarından biri.
İlk olarak
1932 yılında yayımlanan ve bundan bir yıl sonra Naziler tarafından yasaklanan
Kan Kardeşler, iki dünya savaşı arasındaki yokluk ve sefalet yıllarında
birbirlerine sığınmış delikanlıların oluşturduğu bir gençlik çetesinin
hikâyesini anlatıyor. Kan Kardeşler Alman sosyal hizmet görevlisi ve gazeteci
Ernst Haffner’in bilinen tek romanı. 2. Dünya Savaşı sırasında hayatına dair
tüm izler yitip giden Haffner, romanında gerçekçi bir anlatım tarzı
benimseyerek Hitler’in iktidara gelişinin arifesinde Berlin’in suç ve sefalet
dünyasına ışık tutuyor. Yetimhanelerden, yetiştirme yurtlarından kaçmış
delikanlıların suça savruluşlarını, yeraltı barlarında ve pis koğuşlarda
gecelemelerini, çete yaşamının acımasız gerçekleri karşısında hayatta
kalabilmek için verdikleri mücadeleleri ve toplumun onlardan esirgediği
meşruiyeti nasıl birbirlerinde bulduklarını keskin ve çıplak bir dille
anlatırken de asla basit bir melodrama gönül indirmiyor.
Anlatıcımız Hindistan’dan Avrupa’ya yolculuk yaptığı gemide odasından ancak sessiz ve serin olduğundan dolayı geceleri çıkmaktadır. Bir gece geminin gözlerden uzak bir yerinde yalnız olmadığını fark eder. Birkaç sohbet onların arkadaşlıklarına vesile olur. Bu adam yaşadıklarını ve sırlarını anlatmaya başlar. Küçük bir kasabada doktorluk yaparken bir kadın onunla konuşmaya gelir. Varlıklı, asil bir kadındır ve oldukça gururludur. Kocasından olmayan bir bebek taşımaktadır. Yakında kocası uzun bir yolculuktan dönecektir ve o gelmeden hamileliğini sonlandırmalıdır. Doktor ise onun boyun eğmez ve kendisini satın almaya çalışan tavrından hoşlanmaz ve rica etmesini sağlamaya çalışır. Hatta başka bir şekilde kendisine teslim olmasını ima eder. Kadın sert bir ifadeyle reddeder ve orayı terk eder. Yardıma ihtiyacı olduğu halde kadına yardım etmediği için kendini suçlu hisseden doktor bunun üzerine her yerde kadını aramaya başlar. Onun peşinden şehre gelir. Yardım etmek istediğini ve bebeği alacağını söylese de artık kadın ona güvenmez. Şehrin arka mahallelerinin birine, şartları oldukça kötü olan bir yere bebeğini aldırmaya gider. Fakat yanlış müdahale ile çok fazla kan kaybeder. Durumu öğrenen doktor kadının yanına gider fakat yapılacak bir şey kalmamıştır. Kadının doktordan son isteği ölümünden sonra onurunun korunmasıdır.
Yirmili
yaşlarının başında olan Andreas cepheye katılma emri alır. Daha önce de birkaç
kez yaralanmıştır. Bu kez geri dönemeyeceğine ilişkin bir saplantı oluşur onda.
Cepheye gitmek için günlerce sürecek bir tren yolculuğu yapacaktır. Yolculuk
esnasında geri dönmek için sebepleri olmayan iki askerle tanışır. Tüm
zamanlarını birlikte geçirmeye başlarlar. Andreas ise sürekli ölümün kaç gün
sonra ve hangi şehirde kendisini bulacağını hesap etmektedir.